1. Hayatı
Necatî, divan şiirinin en büyük ustaları arasında adına yer bulmasına rağmen aile çevresi, çocukluk ve ilk gençlik yıllarına dair ne yazık ki kaynaklarda yeterli bilgi bulamıyoruz. Mevcut bilgiler de biyografi geleneğinin dar kalıplarını aşmamakta, merakımızı giderecek ayrıntıları içermemektedir. Tezkirelerde 15. yüzyılın ortalarında (1444-1450) doğduğu, asıl adının Nuh veya daha kuvvetli bir ihtimalle İsa olduğu, Edirne’de yaşlı bir kadın tarafından köle olarak alındığı ve yetiştirildiği, gençlik yıllarında şekillenmeye başlayan şairlik yeteneğinin gelişmesinde Sâilî adlı bir şâirin önemli rol oynadığı söylenir. Edirne’de geçen günleri, tahsil hayatı ve Kastamonu’ya niçin gittiğine dair hiçbir şey söylemeyen kaynaklar, şairin Kastamonu’da yıldızının parladığına, “döne döne” redifli gazelleri sayesinde daha kendisi varmadan şöhretinin İstanbul’a ulaştığına dair rivayetler nakleder.
Fatih döneminde İstanbul’a geldiği bilinmekle birlikte geliş tarihiyle ilgili söylentiler çeşitlidir. Fatih Sultan Mehmed’e sunduğu şitaiyye ve bahariyye kasidelerinde de şairin geliş tarihini ve kim tarafından saraya takdim edildiğini belirlemeye elverişli ipuçları yoktur. Lakin Nakşî Çelebi’nin Necatî’nin oğlu Hüseyin Çelebi’den naklettiği olay, şairane bir kurgu değilse Necatî’nin saray çevresine takdiminde şairlik kabiliyetinin etkili olduğu söylenebilir. Rivayet edildiğine göre Fatih, Yorgi (Filozof Gorgios Amirokis?) adlı nedimiyle satranç oynarken sarığının kıvrımında bir kâğıt parçasının olduğunu fark eder. Alıp baktığında Necatî mahlaslı bir şairin şu gazelinin yazılı olduğunu görür:
Eser etmez nidelüm âh-ı sehergâh sana Meğer insaf vere dostum Allah sana Hoş olur sohbet-i mey gecede mehtâb olıcak Nur saç meclise gel kim demişiz mâh sana Nidelüm devr sunarsa sana şerbet bana zehr Bu cihân böyle olur gâh bana gâh sana Levh-i çehremde okamağa hikâyât-ı gamı Geceler subha değin şem‘ tutar âh sana Gözyaşı encümini reh-ber edinmezse eger Şeb-i gamda iremez âşık-ı gümrâh sana Gece gelmeyeceğin sohbete ey dil biliriz Hele var gör ki ne yüzden doğar ol mâh sana Hüsrevâ kullarının eyle revâ hâcetini Ki ebed oldu müyesser kamu dil-hâh sana
Ey Necâtî taş iken la‘l ede hurşîd bigi Bir nazar eyler ise himmet ile şâh sana
Bu gazeli okuyan Fatih Mehmed, şaire yedi akçe ulufe bağlatarak divan kâtipliği görevi verir. Böylece edebiyat çevrelerindeki yerini sağlamlaştırmaya başlayan Necatî, II. Bayezit döneminde şöhreti yakalar. Şehzade Abdullah’ın Karaman’da divan kâtibi, Mahmud’un Manisa’da nişancısı olarak görev yapar. Bu görevleri sırasında şehzadelerin çevresinde bulunan Taliî, Sun‘î ve Şevkî gibi bürokrat şairlerle iyi ilişkiler içinde olduğu bilinmektedir. Şehzade Mahmud’un ölümünden sonra İstanbul’a dönen Necatî, II. Bayezit’in kendisine bağlamış olduğu 1000 akçe ile geçimini sürdürür. Vefa’da edebî sohbetlerle geçirdiği ömrü, 27 Mart 1509 günü nihayet bulur. Şairin “Bir seng-dil firâkına ölen Necâtînin/ Billah mermer ile yapasız mezarını” beytini bir nevi vasiyet kabul eden Sehi Bey, şairin mezarını yaptırmış ve ölümüne “gitdi Necâtî hây” ibaresini tarih düşürmüştür:
Nakl-i Necâtî âleme târih olmağın Târîhini Sehî dedi gitdi Necâtî hây
2. Eseri
Her ne kadar kaynaklarda Necatî’nin Gül ü Hüsrev, Leyla ve Mecnûn, Mihr ü Mâh gibi çift kahramanlı aşk hikâyeleri yazdığı, Gazalî’nin Kimyâ-yı saâdet’i ile Avfî’nin Câmiü’l-hikâyât’ını tercüme ettiği söylense de bunların birer tasarı olarak kaldığı tahmin edilebilir. Necatî’nin bugün elimize ulaşan tek eseri divânıdır. Divanını hamisi Müeyyedzade Abdurrahman Çelebi adına tertip etmiş ve dîbâcede de adını övgüyle anmıştır. Necatî Divanı, Ali Nihat Tarlan tarafından yayımlanmış (Üçüncü baskı, İstanbul 1997) ve Mehmed Çavuşoğlu bu neşre dayalı olarak Necatî Bey Divanı’nın tahlilini yapmıştır (İstanbul 1971). 3. Şairliği
Necatî divan şairleri arasında müstesna konumu sahiptir. Devrinden başlayarak bugüne kadar onun şairliği konusunda söz söyleme gereği duyanlar öncelikli olarak şiirlerindeki yerlilik arzusuna dikkat çekerler. Divan edebiyatı geleneği içerisinde İvaz Paşazade Atayî, Sarıca Kemâl, Safî mahlasıyla şiirler söyleyen Cezerî Kasım Paşa gibi şairlerin şiirlerinde görülen yerlilik arzusu, Necatî Bey’in şahsında en büyük temsilcisini bulur. Necatî’nin özellikle gazellerinde her şey kendiliğinden olmuş izlenimi verir. Günlük dilden gelen unsurları kullanması, atasözü ve deyimleri dirilterek büyülü mısralara dönüştürmesi, bilhassa Kastamonu yöresine ait yerel kelimeleri kullanmasıyla kendisinden öncekilerden ayrılır. Bu ayrılık, esası itibariyle üslûp ayrılığıdır. Latifî, Necatî’nin gazel tarzında kendinden önce gelen şairlerin üslubunu, hükmü kaldırılmış kitaplar gibi, ortadan kaldırdığını söyler. Necatî’nin
elinde Türkçe, gerçek manada mısra estetiğine kavuşur. Ondan sonra gelen şairler bu birikimi göz ardı edemezler.
Necatî’nin şiiri divan geleneğiyle kurduğu derin bağların yanı sıra halk şiiri, âdet ve gelenekleriyle de ilişki içindedir. Şöyle ki Necatî Divanı’nın gazeller bölümünde yer alan bir mütekerrir murabba ile Köroğlu’nun bir koşması arasındaki benzerlikler, eğer bir intihal veya adaptasyon söz konusu değilse divan şiiri ile âşık şiiri arasında metinlerarası ilişkiler bakımından dikkate değer özellikler taşımaktadır. Necatî’nin bent sonlarında yinelediği “Öpül ömrüm kocul cânım” nakaratı, Köroğlu’nda “Öpül kocul huzur ile” biçimine dönüşmüştür. Bilhassa gazel ve kıtalarında tam bir halk adamı edasını benimseyen Necatî’nin bazı şiirlerinde âşık edebiyatının ve sözlü gelenek ürünlerinin havası hissedilir. Mesela şu beyit, sadece dilinin sadeliğiyle değil, kurgusu ve halk zevkini yansıtan sözlü geleneğe mahsus ifade kalıplarının kullanılmasıyla da geçen beş asırlık zaman perdesini birden bire aradan kaldıracak niteliğe sahiptir.
Öldür beni desinler kulların öldürücü Bir padişah var imiş devr-i zaman içinde
Türkçe’nin Anadolu’da şiir dili haline geliş sürecinde yaşadığı bütün deneyimleri Necatî Divanı’nda estetik bir istif anlayışına uygun olarak buluruz. Aynı şekilde Necatî’nin şiiri sadeliği ile aşık tarzını benimseyen şairleri, yerlilik arzusuyla Zatî ve Bakî’yi, ulaştığı lirizm ve içtenliğiyle Fuzulî’yi haber veren bir potansiyele sahiptir. Necatî Divanı’nın bu potansiyeli ilk bakışta sezilmekle birlikte adı geçen şairlerin Necatî’nin gazellerine yazdıkları nazireler, bu durumu daha somut bir biçimde ortaya koymaktadır. Bunları karşılaştırmalı bir biçimde göstermek mümkündür; ancak asıl üzerinde durmak istediğim husus, Necatî’nin sanki günümüzün şairlerinin dilinden düşmüş izlenimi veren rahat ve doğal söyleyişidir. Onun post-modern bir roman kahramanına benzeyen hayat hikâyesi dikkate alınarak şu beyte bakılırsa iki dizeye hayatını sığdırdığı görülür:
İki yol ağzına gelmiş garîbem Ara yerinde iki zülfünün ben
Necatî’nin gazellerinde her şey kendiliğinden olmuş izlenimi verir. Günlük dilden gelen unsurları kullanması, atasözü ve deyimleri dirilterek büyülü mısralara dönüştürmesi, bugün için bazı anlamlarını kaybetmiş Türkçe kelimeleri kullanmasıyla kendisinden öncekilerden ayrılır. Bu ayrılık, esası itibariyle üslûp ayrılığıdır. Necatî’den önce de şairler öğrenmek kelimesini alışmak anlamında kullanırlardı. Fakat şu beyitte olduğu kadar doğal söyleyiş örneği herhalde çok azdır:
O çok çok sevdiğimin şîvesine Necatî sen de az az öğrenirsin
Necatî, konuşma dilinde çok sık kullanılan “gibi, şey, neler” gibi tek başına şiirsellik potansiyeline sahip olmayan sözcüklere de dizelerinde yüklediği işlevlerle şiirsellik katar. Şu beyitte daha çok benzetme edatı olarak şiirlerde kullanılan ‘gibi’ kelimesinin çoğul ekiyle nasıl şiirsellik kazandığını Necatî gösterir:
Bir dahi benim sencileyin pâdişehim yok Ey dost senin nice benim gibilerin var
Necatî’nin şiirlerindeki yerlilik vurgusuna ve günlük konuşma dilinin sıcaklığına dozu iyi ayarlanmış ironi ve mizah duygusu eşlik etmektedir. Necatî eski şiirin rind ve zahid gibi tiplerini, çevresindeki insan ve olayları geleneğin imkânları içerisinde mizahî yönleriyle işler. Özellikle katırının ardından yazdığı “Mersiye-i ester” [Katır Mersiyesi] onun mizaha olan eğiliminin en çarpıcı örneklerindendir.
Necatî, konuşma dilinin sıcaklığından olduğu kadar şiirde söz ve ses tekrarlarından da ustaca yararlanır. Şiirde redif veya düzenli tekrarların kullanımıyla âhengin ve metin bütünlüğünün sağlandığı bilinir. Necatî Divanı’nda bu anlatım yönteminin denendiği gazeller var. Necatî bazı şiirlerinde anlamın odaklandığı bir kelimeyi birbirini takip eden beyitlerde kullanır. Meselâ 121, 122 ve 123. gazellerinde anlamın odaklaştığı zülf kelimesini birbirini takip eden ilk üç beyitte kullanarak konu bütünlüğünü ve âhengi sağlamaktadır. Necatî Divanı’ndaki 254. gazelde güzeller kelimesi her beyitte tekrar edilerek şiirin odak noktasını oluşturmaktadır: Aynı şekilde, 389. gazelinde de bu gün ifadesi tekrar edilmekte ve bir gün redifi ses ve anlam, erte kelimesi de yalnız anlam bakımından söz konusu tekrara eşlik etmektedir. Necatî’nin bu tarz şiirlerinde metin bütünlüğünü sağlamak için âhenk unsurlarını oldukça işlevsel bir biçimde kullandığı görülür. Denilebilir ki Türkçe, Necatî’nin şiirlerinde âhenkle ve aşkla âdeta yeniden yoğrulur.
Necatî’nin şiirlerine çağdaşlarından başlayarak pek çok şair nazire söylemiştir. Bilhassa “döne döne” redifli şiiri, Bakî’nin de arasında bulunduğu şairlerce tanzir edilmiştir. “Gayri” redifli gazeliyle Fuzulî’ye ses vermiştir. Fuzulî’nin “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge/ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayri” beyti, Necatî’nin “Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek/bir avuç toprak atar bâd-ı sabâdan gayri” beytindeki yalnızlığın ve kimsesizliğin paylaşılmasından başka bir şey değildir. Onun “gül” ve “hançer” kasideleri de Fuzulî’nin nazire yazacak kadar beğendiği şiirler arasındadır. Devşirme bir çocuğun Türkçe’nin en büyük şairlerinden bir olması gerçekten “garip” değil midir? Bir başka “garip”lik ise Türkçeyi şiir burcunun zirvesine taşıyanlardan Behçet Necatigil’in, Necatî’ye öykünerek “Gönül” soyadını “Necatigil”e dönüştürmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder